DON KİŞOT İSTANBUL’A UĞRADI MI?

Don Kişot’un yazarı Cervantes, Madrid’de doğdu. Daha 22 yaşında bir genç olan Cervantes, 1569 yılında Roma’ya kaçtı. İspanya’yı bırakmasının sebebi ise bir yaralama olayına adının karışmasıydı. Yasak olmasına rağmen kılıçla düello yapmış ve rakibini ağır yaralamıştı. Cezası da sağ kolunun kesilmesiydi. İşte bunun için İtalya’ya kaçtı.

OSMANLI’YA KARŞI SAVAŞTI

Bu sırada, Lala Mustafa Paşa komutasındaki Türk birlikleri Kıbrıs’ı ele geçirmişti. Cervantes de Papa’nın çağrısına uyarak Venedik donanmasına katıldı. Ve meşhur İnebahtı Deniz Muharabesi’nde Haçlı donanmalarıyla birlikte Osmanlı’ya karşı savaştı.

İNEBAHTI’DA KOLUNU KAYBETTİ

Ne acıdır ki; İspanya’dan sağ kolunu kurtarmak için kaçan Cervantes, savaşta sol elini kaybetti. Göğsüne iki kurşun yiyen Cervantes, koluna gelen gülle ile yaralandı. Kolundaki yarası yüzünden de sol elini kaybetti. Bu yüzden “El Manco de Lepanto” yani “İnebahtı’nın tek kollusu” olarak anıldı.

DON KİŞOT’U OSMANLI ESİRİYKEN YAZDI

İtalya’da tedavi gördükten sonra kardeşiyle birlikte İspanya’ya dönmek üzere yola çıktı. Ancak, Arnavut Mehmet komutasındaki bir grup Cezayirli korsan tarafından esir alındı. Pek çok kez kaçma girişiminde bulunsa da başarılı olamadı ve beş yıl boyunca Cezayir’de esir hayatı yaşamak zorunda kaldı.

Tüm zamanların en çok okunan eserlerinden olan Don Kişot’u da bu esaret yıllarından sonra kaleme aldı.  Kitabın 39. bölümünde hayat hikâyesini anlatan esirin cümlelerinde şöyle yazdı:

Olay şöyle cereyan etti: Cesur ve talihli bir korsan olan, Cezayir beylerbeyi Uluç Ali Paşa, Malta amiral gemisine saldırıp yenmiş, sadece üç şövalyeyi sağ bırakmıştı. Onlar da ağır yaralıydılar. Benim de bölüğümle beraber içinde bulunduğum, Giovanni Andrea’nın amiral gemisi imdada yetişti. Böyle bir durumda yapmam gereken şeyi yapıp düşman kadırgasına atladım. Gemi o sırada, kendisine saldıran bizim gemiden uzaklaşarak askerlerimin beni izlemesini engelledi. Böylece, düşmanlarımın arasında kendimi tek başıma buldum ve sayıları çok fazla olduğu için karşı koyamadım. Sonunda, çeşitli yerlerimden yaralayıp teslim aldılar beni. Herhalde sizlerin de duymuş olacağınız gibi, Uluç Ali Paşa bütün filosuyla kurtulunca, ben de ona esir düştüm ve onca mutlu insan arasında bir ben kederli, onca hür insan arasında bir ben tutsak kaldım. Çünkü o gün, Osmanlı donanmasında kürek çeken ve özlemini çektikleri hürriyete kavuşan on beş bin Hıristiyan vardı. Beni Konstantinopolis’e götürdüler; orada Osmanlı Padişahı Selim, savaşta üzerine düşeni yapmış olduğundan, sahibimi Kaptan-ı Derya’lığa getirdi. Uluç Ali Paşa, cesaretinin kanıtı olarak Malta Şövalyeleri tarikatının sancağını ele geçirmişti.”

KILIÇ ALİ PAŞA CAMİİ’NİN YAPIMINDA ÇALIŞTI

Daha sonra İstanbul’a getirilen Cervantes, esiri olduğu Kılıç Ali Paşa’nın yanında amele olarak çalıştı. Tophane’de yaptırdığı Kılıç Ali Paşa Camii yapımındaki başarılı çalışmasından ötürü serbest bırakıldı ve ülkesine geri döndü.

İstanbul’dan ayrılırken de şu dizeleri yazdı. Bu şiir Cervantes’in tiyatro eseri olan ve İstanbul’da geçen Yüce Sultan’dandır.  

ELVEDA ANLI ŞANLI İSTANBUL

Elveda Pera ve Pelmas,

Elveda Chufiti merdiveni ve hatta Guedi

Elveda, güzelim Visitax Bahçesi

Elveda, Santa Zofia dediğiniz büyük tapınak

Şimdi artık büyük bir mescitsin

Elveda Taraçanas, şeytan görsün yüzünü

———————————————————-

Dipnotlar:

Pelmas: Galata’dan İstanbul’a yolcu taşıyan kayıklar

Chufiti: Çıfıt (Yahudilere verilen lakap)

Guedi: Yedikule, Visitax Bahçeleri: Has Bahçeler

Santa Zofia: Aya Sofya

 Taraçanas: Taranazas (Kasımpaşa Tersaneleri)

Bazı araştırmacılar, Cervantes’in fidyesinin ödenerek kurtarıldığını ve İstanbul’a esir olarak gelmediğini yazar. Bu araştırmacılara göre Cervantes, Cezayir’de esir olduğu yıllarda o kadar çok Osmanlı ve İstanbul hikayesi dinler ki, hayalinde canlandırdıklarını yazıya döker. Kimin doğruyu aktardığı binmez ama bilinen bir gerçek var ki, o da Cervantes’in usta bir yazar olduğu. Zira, öyle güzel betimlemelerle anlatır ki, okuyana kendini orada hissettirir.

Cervantes’in “Kanın Kuvveti” eserini dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=0Z1PcrtD7XM

PERA PALAS’TAKİ ANAHTARIN SIRRI

Yazdığı eşsiz polisiye romanlarıyla, “Polisiye Edebiyatın Kraliçesi” Agatha Christie’nin romanlarında hep bir sır vardı. Bir de o sırrı çözmek için bir ipucu. Yani anahtar….

Onun hayatındaki en büyük sır ise 1926 yılında 11 gün süreyle ortadan kaybolmasıydı. Ve o sır, bir anahtarda gizliydi.

Ortadan kaybolduğu 1926 yılı, Christie için çok zor bir yıldı. Önce çok düşkün olduğu annesini kaybetti. Annesini kaybetmek onu derinden sarsmıştı. Bu, sinirlerini hayli yıpratmıştı.Üstelik bu dönemde eşi de yanında yoktu. Biraz toparlandıktan sonra kendi evine dönünce onu daha da yaralayacak bir durumla karşı karşıya kaldı. Eşi, başka birine aşık olduğunu ve boşanmak istediğini söyledi. Bununla da kalmayan eşi, hafta sonunu sevgilisiyle geçirmek için şehir dışına çıktı. Aynı akşam Christie, yanına küçük bir bavul alıp, sekreterine Yorkshire’a gittiğini bildiren bir mektup bıraktı. Ve ortadan kayboldu.

Ertesi sabah arabası, Newlands Corner Surrey’de bulundu. Arabanın kaputu kalkmış, ışıkları yanar haldeydi. Ehliyeti ve bavulu arabadaydı. O dönemin gazetelerinde ortadan kaybolmasıyla ilgili farklı yorumlar yapıldı. Kimi gazetelerde; “Reklam yapmak için kayboldu” yazarken, bazılarında “Hafıza kaybı yaşadı” yazıyordu. Bazı gazetelerde ise “Eşinin sevgilisini öldürmek için gitti” yorumları yapıldı.

Sonunda ünlü yazar tam 11 gün sonra  Harrogate’teki bir otelde bulundu. Otele eşinin sevgilisinin soyadıyla kayıt yaptırmıştı. Polis ve basın Christie’nin eşini yanına getirdi. Ama Agatha onu kardeşi sandı. Kocası da onun tamamen hafızasını kaybettiğini ve kim olduğunu bilmediğini söyleyip çekip gitti.

Ünlü yazarın ölümünden birkaç yıl sonra kaybolması yeniden gündeme geldi. Üstelik İstanbul’un da içinde geçtiği bir hikayeyle…

İddiaya göre, Agatha Christie ortadan kaybolduğunda İstanbul’da Pera Palas otelde kaldı. Meşhur “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” romanını da bu otelde yazdı.

1979 yılında Tamara Rand isimli bir medyum, onun ruhuyla iletişime geçtiğini ve kendisine Pera Palas’ta 411 numaralı odada bir anahtardan bahsettiğini söyledi. Medyum, ikinci bir seans daha düzenledi. Bu seansta, “Aynı anahtarın otelin o günkü sahibi Muhayyeş’in yalısında gizli bir odayı da açtığını ve bu odadaki hatıra defterinde kaybolduğu 11 günün tüm ayrıntılarının yazılı olduğunu” söyledi.

Büyük yankı uyandıran bu açıklamalardan sonra, hikayeyi film yapmak isteyen Warner Bros ve dünya basını İstanbul’a geldi. Pera Palas otelinin 411 numaralı odasına girildi. Odanın döşemelerinin altından, 8 cm boyunda paslı bir anahtar bulundu.

New York Times Gazetesi, bu konuda yazılacak olan hikayenin yayın hakkı için 75 bin dolar teklif etti.

Warner Bros da filmini çekmek için anahtarı satın almak istedi. Ama otelin sahibinin istediği iki milyon doları ödemek istemedi ve anahtar hikayesi ortada kaldı.  Muhayyeş’in yalısında gizli oda ve hatıra defteri de bulunamadı.

Anahtarın sonunu merak edenler için not: Anahtar şu an bir bankanın kasasında. Pera Palas’ta kaldığı oda ise o günkü haliyle hiç değiştirilmeden duruyor.

Öldükten sonra değeri bilinen Edgar Allan Poe’nun isminin verildiği mekanlar http://akinaltan.com/poenun-kiymeti-olunce-anlasildi/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/

TOLSTOY İLK KİTABINI CEPHEDE YAZDI

23 yaşındaki genç Tolstoy, Yasnaya-Polyana’da çiftçilik yaparken kumar alışkanlığı nedeniyle ciddi anlamda borçlanmıştı. Çareyi, Kafkasya’da cephedeki kardeşi Nikolay’ın yanına gitmekte buldu ve orduya katıldı. Orada, ruhundaki boşluğu yalnızca dua ederek dolduğunu hissetti ve sadece düşmanla değil, kumarla, haz düşkünlüğü ve gururuyla da savaştı.

Kırım Savaşı’na katılmasıyla birlikte dünya görüşü de değişen Tolstoy, ilk eseri Destvo’yu (Çocukluk) burada yazdı. Hatıra defterindeki 3 Temmuz 1851 tarihli sayfada “Yarın büyük bir roman yazmaya başlayacağım” notunu düştü.

Yitip gitmiş yaşantıları çok canlı, taze bir üslupla anlatan bu otobiyografik bir eser kaleme aldı. On yaşından itibaren çocukluk ve ergenlik devresini içtenlikle ve kendine has üslubuyla anlattı. Devrin toplumsal yapısını, anne baba sevgisini, eğitim sistemini, yaşanan çocukça aşkları, anne ölümüyle girilen çalkantılı ruh halini ve sevgi ile nefret arasındaki gidiş gelişleri ele aldı.“Çocukluğumun Tarihçesi” ismini verdiği eser, dönemin en ünlü edebiyat dergisi Sovremennik’de yayımlandı ve eleştirmenlerden büyük övgü aldı. Henüz 23 yaşındayken yazdığı ilk eseriyle kendini tanıtan Tolstoy, usta yazarlar arasında yerini aldı. İlk Gençlik”, “Gençlik”, “Tipi”, “İki Süvari Subayı” ve “Toprak Ağası’nın Sabahı”nı da yine burada yazdı.

“Savaşın manzarası kan ve ölümdür”

Kafkasya’da üç yıl kaldıktan sonra 1854’de Kırım Savaşı’na katılan Tolstoy, orada amirlerinin de ısrarıyla, “Sivastopol Hikâyeleri” isimli meşhur eserini yazdı. Eserde geçen “Savaş, mızraklı, trampetli bir bayram değildir. Manzarası kan ve ölümdür!” sözleri tarihe geçti.

Sivastopol Hikayeleri

Savaşın insanları ölüm makinesi haline getirmesi onu çok rahatsız ediyor ve bu durumdan yazarak kurtuluyordu. Savaşın insan ruhundaki çelişkileri anlattığı Sivastopol Hikayeleri’ni okuyan Çariçe çok etkilendi. Çar da kitabın Fransızca’ya çevrilmesine, yazarında cepheden alınıp güvenli bir yere yerleştirilmesini emretti.

“Beni acı bir şüphe yakaladı. Bütün bunlar hiç anlatılmasa herhalde daha iyi olacaktı. Belki de anlattıklarım, her ruhun derinlerinde uyuklayan ve açığa vurulmaması gereken şu kötü gerçeklerdendir. Çünkü bunlar sadece zarar verirler, şarabı bozmaması için nasıl fıçının dibindeki tortu şaraba karıştırılmazsa bunlara da dokunulmamalıdır. Ama sakınacağımız kötülük nerede? Benzemeye çalışacağımız güzellik nerede? Kim alçak ve kim kahraman? Her şey iyi ve her şey kötüdür.”

“Hikayelerimde, kalbimin bütün gücüyle sevdiğim, güzelliklerin içinde göstermeye çabaladığım kahraman daima gerçekti, gerçektir ve gerçek olacaktır.”

Dostoyevski’nin hapishanedeyken bir köpekle olan sosyal deneyi okumak için tıklayın http://akinaltan.com/dostoyevskinin-kopek-hikayesi/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/

DOSTOYEVSKI’NİN KÖPEK HİKAYESİ

Dostoyevski okuduğu şiir nedeniyle Rus Çarı tarafından hapse mahkum edilir. Hapishanedeki bir köpekle dost olur ve onunla mahkumların arsındaki ilişkileri gözlemler. Aslında bir nevi insan ilişkileri üzerine deney yapar.

Gözlemleri sonucu, insanları tanıdığını sanırken ne kadar yanıldığını anlar ve onları ‘kara halk’ olarak tanımlar. Onu bu düşünceye sevk eden de yine insanların davranışlarıdır.

Mahkumlar her geçtiğinde köpeği tekmeler. Köpek ise yanına bir mahkum yaklaştığında eğilir ve tepki vermez. Bunun gören Dostoyevski, köpeğe yaklaşır ve onun başını okşar. Köpek sanılanın aksine ona şaşkınlıkla bakar. Acı acı havlayarak yanından hızla uzaklaşır.

Önüne gelen mahkumun tekmelediği köpek, o günden sonra nerede Dostoyevski’yi görse ondan kaçar ve ona bir daha asla yaklaşmaz.

Dostoyevski’nin köpekle olan hikayesi, sevgisizlik üzerine yapılan efsanevi bir deneydir. Çünkü, ruhu köleleştirilmiş olan köpek sevgiye muhtaçtır. Tıpkı insanlar gibi.

Sürekli haksızlığa uğramış ve kötü muamele görmüş insanlar, aslında sevgiye açtırlar. Bu insanlar, iyi bir davranışla karşılaştıklarında nasıl tepki vereceklerini bilemezler. Böylesi kişilerin gözünde onları aşağılamak, onlara sunulmuş bir nimettir. Eşit ve iyi davranış, onların gözünde değersizdir.

Dostoyevski bu durumu şöyle özetler: “Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. Bir zalimde hem insanlık, hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmesi imkansızdır artık. İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret, son derece ayartıcı bir şeydir. Toplum da böyle bir etkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın toplulukta kökleşmesi işten bile değildir. Kısacası, bir insana kendi benzerine fiziksel ceza verme hakkının tanınması topluluğun yaralarından biridir; bu yara bir yandan o topluluktaki özü ve vatandaşlık duygusunu kemirirken, öte yandan önüne geçilmez bir düzensizliğe yol açar.”

…………………………………………..

Dövüş Kulübü’nün Hikayesi’ni okumak için tıklayın http://akinaltan.com/kategori/dovus-kulubunun-hikayesi/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/

HERMAN HESSE’NİN HUZUR ARAYIŞI

Hayatı Boyunca Huzuru Aradı

20. yüzyılın en önemli yazarlarından olan Hermann Hesse’nin hayatı, eserlerinde olduğu gibi huzuru aramakla geçer.

Alman edebiyatı en bilinen, eserleri  farklı dillere çevrilen ve okunan yazarlardan biridir Hermann Hesse. Ömrü huzuru aramakla geçen Hesse, memleketinden bile bu uğurda vazgeçti. Savaşa adeta savaş açan Hesse, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki saldırgan ve militarist tutumundan duyduğu rahatsızlıktan dolayı tarafsız olan İsviçre vatandaşlığına geçti. Öyle ki, savaş yılları onu derin bir bunalıma sürükledi. Bu durumla başa çıkmak için tedavi dahi gördü.

Savaştan kaçmak için ülkesinden vazgeçti

Savaş ve şiddet karşıtlığını yaşam felsefesi haline getiren Hermann Hesse, bunu eserlerine de yansıttı. Bunu anlatırken de kalemini ustaca kullandı. Önce bir bir huzursuzluğun hissedildiği Hesse’nin eserlerinin ilerleyen satırlarında  bu huzursuzluk çözüme kavuşturulur. Hesse bu huzursuzluğun sebebini ise içindeki boşluk olarak yorumlar. Önce bu boşluğu kabullenememe ve arayışın izleri görülür. Hesse, bu boşluğu bulmak için okuyucuyu kendi içsel yolculuğuna çıkarır. Hesse’nin geçirdiği bu manevi yolculuk, çoğu insanın yaşadığı varoluşsal sıkıntılara da ışık tutar.

Aradığı huzuru duvara çizdi

Bir dönemi hapishanede geçen Hesse, orada bile huzuru aramaktan vaz geçmedi. Hücresinin duvarlarına çizdiği manzara resminde, kendisine huzur veren ne varsa resmetti. Manzaranın içinde; ırmaklar, denizler, bulutlar, ekin biçen köylüler, doğanın koynuna sokulurcasına kıvrılarak uzanan küçük bir tren… Renker, renkler, renkler…

Hesse’nin tüm bu arayışları, aslında huzuru bulma yolculuğudur. Kendi yazdığı Boncuk Oyunu’ndaki  Magister Ludi’nin tatlı ve serin suda huzuru bulduğu gibi Hesse de İsviçre’nin küçük bir kasabasında huzur içinde hayata gözlerini yumdu.

Anton Çehov’un Tolstoy hayranlığını okumak için tıklayın http://akinaltan.com/kategori/anton-cehovun-tolstoy-hayranligi/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/


DÖVÜŞ KULÜBÜ’NE İLHAM VEREN DÖVÜŞ

Yeraltı Edebiyatı’nın usta kalemleri arasında haklı bir şöhrete sahip olan Chuck Palahniuk, ‘Dövüş Kulübü’ ve romanlarındaki isyankar tarzı ile tanınır. Oysa asıl söylemek istediği ; para, şöhret, saygınlık, güzellik gibi kavramların anlamsız yalanlar olduğudur.

Aykırı, otoriteye baş kaldıran, eleştirel dilini ustalıkla eserlerine yansıtan Chuck Palahniuk’un ilham kaynağı ise yaşadığı olaylar. Zira, ünversite yıllarında tamirhanede çalışan Palahniuk’un hikayelerinin çoğu sıradan insanların başına gelebilecek ve bunalımlar sonucunda ortaya çıkmış.Tıpkı ilk yazdığı romanda kendi başına gelenler gibi. İlk romanı ‘Görünmez Canavarlar’ içeriği nedeniyle yayıncılar tarafından kabul görmeyen Palahniuk, yayıncılara olan öfkesi nedeniyle daha da ‘yok edici’ bir içeriğe sahip ‘Dövüş Kulübü’ nü yazar. Kitap, ironik bir şekilde yayıncılar tarafından kabul edilir ve bir baş yapıt ortaya çıkar.

Tatilde ettiği kavga hayata bakışını değiştirdi

Palahniuk’un Dövüş Kulübü romanını yazmasına sebep olan olay ise hayli ilginç. Roman; Palahniuk’an bunalımlı döneminden ziyade bir tatil gezisinde ortaya çıkar. Arkadaşlarıyla tatile giden Palahniuk, yan tarafta bulunan kamp alanından gelen yüksek sesli müzikten rahatsız olur ve tartışma yerini kavgaya bırakır. Bu olayda yaralanan Chuck’un yüzü tanınmaz hale gelir.

Özgürlüğün anahtarı kötü görünmek

Tatilden döndüğünde iş yerinde kimse kendisiyle ilgilenmez ve yüzünün durumunu sormaya cesaret bile edemez. Ve Palahniuk, insanın yeterince kötü görünürse dilediği gibi hareket edebileceğini keşfeder. Bu olayın ardından, devam ettiği edebiyat grubu ile beraber çeşitli gösteri ve eylemler yapar. Bu gösteriler, ‘Kargaşa Projesi’ isimli tiyatro oyununa ilham kaynağı olur. Kısa bir süre sonra da aynı isimle bir kısa öykü yayımlar . İşte bu öykü, üç ay içinde Fight Club (Dövüş Kulübü) romanına dönüşür.
—————————-

Ülkesini terk eden Herman Hesse’nin huzur arayışını okumak için tıklayın http://akinaltan.com/kategori/herman-hessenin-huzur-arayisi/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/



ANTON ÇEHOV’UN TOLSTOY HAYRANLIĞI

ANTON ÇEHOV: Kimseyi onu sevdiğim gibi sevmedim

Rus yazarlar arasında kendine has üslubuyla fark oluşturarak ‘Çehov tarzı’ öykülere imza atan Anton Çehov, dünyanın en büyük yazarlarından olan Tolstoy’a büyük bir hayranlık besliyordu.

Doktor olan Anton Çehov, mesleğinin getirdiği duyarlılığı öykülerine de yansıttı. Çehov, her an karşılaşılabilecek olayları gerçekçi bir uslupla anlatırdı. İnsanların çaresizliğini kendine has tarzı ile anlatan Çehov, bunları özümseyebilmek için de insanların arasına karıştı. Tıpkı Tolstoy gibi… Tolstsoycu dünya görüşünü benimseyen Anton Çehov, Çar tarafından mahkum edilenlerin hayat koşulları anlayabilmek için bir Uzakdoğu adası olan Sahalin’e kadar gitti. Tıpkı Tolstoy gibi, bir köye yerleşerek  kendini yazmaya verdi. Bir süre sonra  Petersburg’a dönse de köylülere yardım için düzenlenen eylemlere destek vermekten de kaçınmadı. Sağlık nedenleriyle taşındığı Kırım’da kendi ifadesiyle ‘Edebiyatı onurlandıran’ Tolstoy ile yakın dostluk kurdu.

 “Tolstoy bizi çocuk gibi görüyor”

Tolstoy’u hasta yatağında ziyaret eden Anton Çehov, roman ve oyun yazarı dostu Peter Gnedich’e ona olan hayranlığını şöyle aktarıyor; “Ona muazzam derecede hayranım. En çok hayran olduğum nokta da bizi, bütün yazarları hakir görmesi. Bütün yazarlara koca bir boşlukmuş gibi davranıyor demek daha doğru olabilir. Bunu neden yapıyor sizce? Cevap çok basit: Çünkü bize çocuk muamelesi yapıyor. Bizim öykülerimiz, romanlarımız onun eserlerine kıyasla çocuk oyuncağı gibiler.”

“Kimseyi onu sevdiğim gibi sevmedim”

Mektuplarında da Tolstoy’dan bahseden Çehov, ona olan duygularını şöyle anlatıyor: “Hastalığı gitgide kötüleşiyor. Tolstoy’un ölmesinden korkuyorum. Şayet ölecek olursa, hayatımda büyük bir boşluk oluşacak. Çünkü kimseyi onu sevdiğim gibi sevmedim. Ayrıca, Tolstoy’un edebiyatçı olduğu bir dünyada edebiyat ile uğraşmak hem mutluluk verici hem de kolay. Bir edebiyatçı olarak kayda değer hiçbir şey üretmemiş olmanız dahi çok üzücü bir şey olmaz. Zira Tolstoy, hepimizin yerine edebiyatı onurlandırıyor. O, sağ olduğu müddetçe her türlü edebi zevksizlik gölgede kalmaya mahkumdur.”


Edebiyatın Kont’u Tolstoy’u kısaca tanımak isterseniz tıklayın http://akinaltan.com/dunyanin-ilk-super-yildizi-tolstoy/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/

Dünyanın İlk Süper Yıldızı: TOLSTOY

Lev  Nikolayeviç Tolstoy, 1828 tarihinde Rusya İmparatorluğu’nda dünyaya geldi. Küçük yaşlarda annesini babasını kaybeden Tolstoy, akrabalarının yanında yaşamaya başladı.  Gençlik çağına gelen Tolstoy, orduya girip Kafkasya’ya gitti. Oradaki halkın yoksulluk dolu yaşayışlarını gözlemleyerek,  ilk gerçekçi hikayeleri yazdı. Bir süre sonra askerlikten ayrıldı ve Petersburg’a gitti. Bazı eserlerini, oldukça sakin bir hayat sürdüğü Petersburg’da yazdı. Almanya, Fransa ve İsviçre’ye seyahatlerde bulundu. Seyahatin dönüşünde;  doğduğu, Savaş ve Barış’ı ve Anna Karenina’ yı yazdığı, ayrıca da gömülü olduğu Moskova yakınlarındaki Yasnaya Polyana’ya döndü.

Asalet ve lüksten sıkılan Tolstoy, köyünde bir okul kurdu. Rus köylülerinin yoksul hayatından çok etkilenen Tolstoy, bütün servetini köylülere dağıttı ve onlar gibi yaşamaya başladı.

Eserlerinde insanlığın neredeyse bütün mesele ve sorunlarına değinen Tolstoy, kendi ülkesindeki siyasal olayları, halkının sorunlarını, yaşayışını büyük bir ustalıkla anlatmıştır.

82 yaşındayken Astapovo’da bir tren istasyonunda zatürreden vefat eden Tolstoy,  iyi bir yazar, filozof ve eğitimciydi.

Tolstoy’un ilk dönemlerinde Hristiyan olduğu bilinse de, ölümünden kısa bir süre evvel yazdığı ortaya çıkan “Hz. Muhammed Risaleleri” eserinden dolayı, İslam’ı kabul ettiği düşünülmektedir.


Sefaletten doğan edebi deha Jack London http://akinaltan.com/sefaletten-dogan-edebi-deha-jack-london/

ANA SAYFAYA DÖNMEK İÇİN http://akinaltan.com/